Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nde hamam geleneği
Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nde hamam geleneği
16. yüzyılın sonunda Sultanın Harem Dairesi’ne yerleştiği, böylelikle kadınların ve harem ağalarının arasında yaşamaya başladığı bilinmektedir. Doğrulukları tartışmalı da olsa, kaynakların bir kısmı padişaha sunulan cariye ya da odalığın “Külhancı Usta” tarafından yıkandığını, masaj yapıldığını, kokular sürerek, saçlarının örüldüğünü, diğerleri tarafından da nefis çamaşırlar giydirildiğini, süslendikten sonra geceyi kadınlar dairesinde yer alan Hünkâr Yatak Odası’nda geçirdiğini anlatır. Topkapı Sarayı Müzesi’nden Dr. Canan Cimilli Saray Haremi’nde hamam geleneğini anlatıyor.
Osmanlı döneminde hamama gitmek sosyal yaşamın getirdiği bir gelenek olmuştur. Hamamlar; kadınların çeşitli olaylardan haberdar olduğu, sohbet edilen, dedikodu yapılan, erkek annelerinin ise kız beğendikleri bir yer olması sebebiyle haftada en az bir defa ziyaret ettikleri yerdi. Sabahın erken saatlerinde gidilen hamamdan, akşam saatlerinde dönülürdü. Hamama giden kadınların temiz eşyaları ise yine halayıklar tarafından başlarının üzerinde bakır bir kap içerisinde taşınıyordu. Hanımların temizliğini, tertibini ya da zenginlik derecesini göstermesinin bir aracı olduğundan, hamam eşyalarına ayrı bir değer verilirdi.1 Kadınlar hamamda masraftan kaçınmazlardı.
“Gelin Hamamı”
Birçok önemli günler hamamda kutlanıyordu. Bu özel günlerin en önemlileri bütün kadınların bir araya geldikleri gelin hamamıydı. Gelin hamamına özel bir haberci ile yollanan bir sabunla ağızdan davet yapılırdı. Günü geldiğinde önde kız evinin tuttuğu çalgıcılar, arkada gelin alayı topluca hamama doğru yola çıkılırdı. Bohçalar, halayıkların başının üzerinde, yüksek fakat büyük olmayan leğen biçiminde bir kapta, elde veya koltuk altında taşınırdı. Bohçaların içinde ağır işlemeli havlular, ipekli futalar, işlemeli çevreler, yakaları ve kolları oyalı çamaşırlar, fildişi taraklar, ayna, kese, sabun, nalın ve hamam tası bulunurdu. Gelin evi bazen bir hamamı kapatırdı. Kapıda, natır ve ana kadın tarafından karşılanan gelin alayı, hamamın soğukluk kısmında yaygılarını yayar, soyunur ve çıkardıklarını dikkatlice bohçalara yerleştirirdi. Bir ev hanımı temizliğini, tertip ve kadınlık yeteneğini hamamda gösterebilirdi. Gelini sıcaklık kısmında güle oynaya yıkadıktan sonra, vücuduna ipekli futa dolayıp, omuzlarına işlemeli havlular atılır, başına işlemeli çevre sarılır ve ayaklarına gümüş kaplama nalınlar verilirdi. Gelinlerin ve lohusaların nalınları genellikle gümüş kaplamalı ve sırma tasmalı, diğerlerininki ise sedef kakmalı yapılmıştır. Yıkanma faslı bittikten sonra soğuk koruk ve meyve şerbeti içilerek hararet bastırılırdı. Yemekler güle oynaya yenir, şarkılar söylenir, sohbetler edilirdi. Eğlence bu şekilde bütün bir gün devam ederdi. Kız annesi tarafından yapılan bu gelin hamamından kırk gün sonra oğlan annesi tarafından da bir hamam günü tertip edilirdi. Musahipzade Celal, “Kırk Hamamı”nı ayrıntılı olarak anlatmaktadır: “Ebe hanım, hısım ve akraba konu komşu hamama davet edilir. Bazıları pek külfetli ve âdeta düğün gibi kalabalık olur. Hamamda çengiler oynar, çalgılar çalınır, misafirlere helvalar, dolmalar, turşular, şerbetler, kahveler ikram edilir. Loğusa, bir gelin gibi sırmalı havlulara sarılır, ipekli peştamal kuşanır, sedefli gümüşlü nalınlar giyer, bir koluna hamamcı hanım, bir koluna hamam ustası girer, önde gümüş buhurdanlıkta öd ağacı yakılarak ağır ezgi, fıstıkî makam; hamamın soğukluğunda fıskiyeli havuzun etrafında misafirlerin önünden salına salına dolaştırılır. Önde çengiler oynayarak hamamın iç tarafına götürülür. Loğusa yıkandıktan sonra ebe hanım soyunur, çocuğu kundağından çıkarır, üstüne bir şal örtülür, içeri götürülür. Ebe hanım çocuğu kırklar…”2 diyerek bahseder.
“Damat Tıraşı”
Diğer yandan, damatlar için düğün öncesinde düzenlenen “Damat Tıraşı” geleneği de hamamda gerçekleştiriliyordu. Gelinin, güvey evine gideceği gün, damatta arkadaşlarıyla beraber eğlenerek damat tıraşı olurdu. Damat tıraşında gelin tarafından hediye olarak yollanan bohça içindeki tıraş önlüğü, peşkiri ve tıraş tası kullanılırdı. Damat tıraşında; tıraş önlüğünün yanı sıra boyuna yerleştirilecek şekilde, kenarı oyuntulu tıraş tası, leğen-ibrik ve ustura kullanılırdı. Kur’an, cüz, gözlük, saat, tütün, para, mühür, kaşık gibi birçok eşyayı kese içinde muhafaza etmeye çalışan Türkler, usturaları da deriden, üzeri sim işlemeli keseler içinde taşıyorlardı. Hamam ziyaretleri zamanla temizlik amacının yanında, yiyecek malzemelerinin ve evcil hayvanların da getirildiği, dostların, müzisyenlerin, dansözlerin davet edildiği âlemler halini aldı. Kadınlar banyo ve masajın ardından, üzerlerinde keten çamaşırlarından başka bir şey olmaksızın, kaşlarını alır, saçlarına -bazen el ve ayaklarına- kına yakarlar ve ağda yaparlardı. Kaynaklarda ağda dışında bu işlem için bir de merhem kullanıldığı ve bunun adının da “Rusma” olduğu görülüyor. Geleneksel Osmanlı mimarisinde cami, hamam ve çarşı üçü bir arada yer almaktadır. Osmanlılarda bir külliye yapılacağı zaman işçilerin yıkanabilmesi için öncelikle hamamlar yapılmıştır. Türklerde hamam geleneği yaşamın vazgeçilmezlerinden biri haline gelmiştir. Fatih Sultan Mehmet 19 adet “çarşı hamamı” yaptırmıştır. Evliya Çelebi 17. yüzyılda İstanbul’da 168 adet çarşı hamamı olduğunu kaydediyor. İstanbul’da değişik tarihlerde 237 adet hamamın olduğunu belirtiliyor. 16. yüzyılda yaşamış Sadrazamlardan Rüstem Paşa’nın 32 adet hamam yaptırmış olduğu biliniyor. Mimar Sinan da 20 civarında çarşı ve konak hamamı yapmıştır. 19. yüzyılın başına kadar çarşı hamamları insanlarla dolmuştur.
Hamam Yolu:
Valide Sultan Dairesi’ndeki Sofadaki kitabeli kapıdan başlayan Hamam Yolu, sağ tarafta Valide ve Hünkâr hamamlarının, sol tarafta da Sultan III. Selim ve Sultan I. Abdülhamit dairelerinin kapılarının açıldığı dar ve uzun bir koridor olarak Hünkâr Sofası’na kadar uzanır. Tonozlarındaki petekli aydınlık fanuslarıyla aydınlanan koridor, aynı zamanda Harem ile Mabeyn’i bağlayan bir yoldur. Bu bağlantı, gerektiğinde Hamam Yolu’nun iki başındaki kapılar kapatılarak kesilebildiği gibi, koridorun orta yerindeki, iki taraflı çifte kapıdan birinin kapatılmasıyla da iki hamamın ve Valide-Hünkâr dairelerinin bağlantısı da kesilebilir. Külhanı Harem Taşlığı tarafında olan ve geçirdiği tadilatla çifte hamam işlevi kazanan Harem Hamamı, Mimar Sinan’ın eseridir ve Tezkiretü’l-Bünyan’a göre Topkapı Sarayı içinde yaptığı üç hamamdan teki olmalıdır. Diğer bir görüşe göre; bu hamamın 1598’de baş mimar olan Dalgıç Ahmed tarafından; Valide odaları, Kızlarağası Odaları ve Baltacı Koğuşu onarılırken yapıldığı da düşünülmüştür. Ancak Mimar Sinan’ın eseridir. Harem hamamı, sonradan kubbesi çöktüğü için onarılmış, daha sonra da çifte hamama dönüştürülmüştür. Hamamda soyunma, soğukluk ve halvet (yıkanma) bölümleri çinilerle kaplı iken, dökülen çinilerin yerine duvarların sıvandığı veya mermerle kaplandığı anlaşılmaktadır. Osmanlı hamamları genellikle çini ile kaplıdır. Eski minyatürlerde Topkapı Sarayı’nda varlığı bilinen hamamların bir seviyesine kadar çinilerle yapılmış olduğu görülmektedir. Topkapı Sarayı Harem Dairesi’nde envanter defterine kayıtlı olan 16. yüzyılın ikinci yarısına ait aynı özelliklerle yapılmış, üç adet büyük çini panodan birisi üzerindeki yazılardan hamama ait olduğu belirtilmekte ve tarih düşülmektedir. Hünkâr Hamamı, Enderun avlusunun Marmara’ya bakan tarafında ve Fatih Köşkü’ne bitişik olarak yapılmıştı. 15. yüzyılda, Fatih döneminde, köşkle birlikte yapıldığı anlaşılan hamamın günümüze sadece hazine olarak kullanılan soyunma kısmı ulaşmıştır. II. Bayezid döneminde, 1509 yılında olan büyük bir zelzele sonucunda geniş çapta hasar gören hamam, 1510’da onarılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın bu hamamı Hünkâr Hamamı olarak kullandığı bilinir. II. Selim’in tahta çıktığı yıllardaki bir depremin hamamı tekrar tahrip ettiği ve bu nedenle büyük bir onarım faaliyetine girildiği anlaşılmaktadır. Mimar Sinan tarafından 1574’de onarılan ve yenilenen hamam bu tarihten itibaren II. Selim Hamamı olarak anılmıştır. Ancak III. Murad’ın haremde yaptırdığı Has Odası’nın yakınındaki Hünkâr Hamamı’ndan sonra, Enderun’daki padişah hamamı, padişahlar tarafından kullanılmamış olduğu anlaşılmaktadır. Bazı kayıtlardan II. Selim’in ölümünün sebebi olarak bir eğlence sonrasında Hamam’da ayağı kayarak düşmesi sonucu başını çarptığı ve sonraki birkaç gün içinde öldüğü anlatılmaktadır. Ancak olayın gerçeğini Reşad Ekrem Koçu biraz daha değişik anlatıyor: “Sultan, Mimar Sinan’a Saray-ı Hümayu’nda muhteşem bir hamam yaptırıyordu. Yapıyı görmeye gitti, başı dönerek mermer üzerine düştü, vücudu ağır hırpalandı, birkaç gün sonrada öldü. Ölüm tarihi 15 Aralık Çarşamba günü olarak hicrî takvim ile 982 Ramazanın ilk gününe rastlamaktadır.”6 Bahsi geçen çinili panonun üst kısmında dikdörtgenler içindeki kitabedeki 1574/75 tarihi de II. Selim hamamımın inşasının bittiği tarihi desteklemektedir. Panonun süslemelerinde kemer üstündeki iki kartuşta beyaz zemine lacivertle bir kitabe vardır. Kitabesinde Osmanlıca eserin üzerindeki Farsça kitabesinde: “Nohsad u heştâd u du dûr ez-hicret-i hayru’l-beşer” “Yâkpt itmâm şeh-nişin-i hammâmmi-i “ali-makâm”. Hamamın cumbası (yani şahın oturmasına mahsus yer) insanların en hayırlısının hicretinden 982 (sene) sonra tamamlanmıştır.7 yazılıdır. Böylelikle bu çini panonun yukarıdaki bahsedilen II. Selim Hamamı’na ait bir çini pano olabileceğini düşündürmektedir. Harem kayıtlarında yer alan bu üç çini pano sanat tarihi literatüründe de en önemli çini eserler arasında görülmektedir. Harem Hamamı’nda Hünkâr ve Valide bölümlerinin ortak üslubu içinde, ara duvar içinden başlıkları ve yan yüzleri görülebilen sütunlar, hamamın sonradan bölündüğünü işaret etmektedir. Ancak ustalıkla başarılan tadilatta her iki taraf için soyunma, soğukluk bölümleri yapılmış, her iki bölümün büyüklü küçüklü kubbeleri, beşik tonozları klâsik Osmanlı mimarisinin çizgilerini yansıtmaktadır. Taşıyıcı sütunların ise bazıları klasik üslupta, bir kaçı batı tarzında olan başlıklardır. Hünkâr Hamamı’nın biri Hamam koridoruna, diğeri soyunma odasından Hünkâr Sofası’na açılan iki kapısı bulunmaktadır. Saltanat dönemlerinde ipek şilteler, değerli perdeler ile döşenen, neceften avizeler ve gümüş kandiller ile aydınlatılan soyunma odaları bu haliyle de mimarisinin ihtişamını yansıtmaktadır.
Musluklar
Suyun zor elde edilebilir ve tükenebilecek bir kaynak olması, bu değerli kaynağın idareli kullanımın ve su akımını ihtiyaca göre ayarlamayı zorunlu kılmıştır. Bunun sağlanması muslukların tasarımı ile mümkün olmuştur. Kaynaklarda sucu esnafı ve sipahiler tarafından hoş karşılanmadığı belirtilse de, Kanuni döneminde burma lülelerin ve muslukların kullanılmaya başlanıldığı ve çeşmelere takıldığı görülüyor. Musluk yapımında çeşitli maden alaşımları ve bezeme teknikleri kullanılmıştır. Saray ve konaklar gibi önemli yapılarda gümüş alaşımlı, gümüş ve tombak musluklar kullanılmıştır. Burularak açılıp kapandığı için ilk önceleri bunlara burgu denilmiş, ancak sonradan maslak kelimesinden gelen musluk kelimesi kullanılmaya başlanmış ve burma kelimesi unutulmuştur. Saray hamamlarının muslukları çoğunlukla tunç üzerine altın yaldızlı, bol gümüş alaşımlı değerli madenlerden yapılmıştır. İşçilikleri de son derece özenli olan musluklarda, süsleme teknikleri arasında, kazımadan başka, ajur, kabartma ve ajur tekniklerinin uygulandığı, formlarında da yılan, ejder, koçbaşı benzeri geometrik ve bitkisel şekillere kadar uzanan bir çeşitlilik olan, dönemin mimari zevk ve anlayışını yansıtan örnekler görülür. Sarayın harem dairesine ait musluklarda ise zenginliğin yanı sıra konforun önemli olduğu anlaşılmaktadır. Hünkâr ve Valide Sultan Hamamlarıyla Darüssaade ağası dairesinin hamamlarındaki altın yaldızlı, sıcak ve soğuk suyun akışını kontrol eden seri haldeki musluklar bu konforu işaret eder. Hamamlarda soğuk ve sıcak su ya iki kol birleştirilerek tek ağızdan ya da iki ayrı ağızdan akıtılır. Harem içindeki muslukların tasarımı da içinde yaşayan güzel kadınların zarif ellerine yakışır güzellikte günümüze kadar gelebilmiş örneklerdir.
Davet aracı “sabun”
Osmanlıların hamam geleneklerinde sabun bir davet aracıydı. Sabunculuk ise bu dönemde Sabunhane adı verilen imalathanelerde yapılan önemli bir imalat koluydu. Sabun ile ilgili olarak, Fatih Sultan, II. Bayezid, Yavuz Selim ve Kanuni’ye ait kanunnamelerde fiyat, kalite ve sabuncu esnafı konularında hükümlere rastlamak mümkündür. Edirne ve Kudüs’te imal edilen misk sabunları başta sultan olmak üzere saray mensuplarına ve devlet ricaline sunulan en değerli hediyeler arasında sayılmaktaydı. Günümüzden yaklaşık 300 yıl önce, günümüz parfümlü sabunlarının ilk örnekleri sayılabilecek meyve şeklinde ve meyve kokulu sabunlar Edirne’de üretilmekte ve Harem’in en gözde süsleri olarak kabul görmekteydi. Osmanlılarda geleneksel olarak zeytinyağlı sabunlar her zaman tercih edilmiştir.
Hamam ve güzel kokular
Hamamdan sonra güzel kokular sürülürdü. Osmanlılar güzel kokunun kişiyi sakinleştireceğine inanmaktaydı. Osmanlı’da koku konusunda bir devlet politikası olduğundan bile söz eden araştırmacılar vardır. Topkapı Sarayı’nda bir koku arşivinden bahsediliyor (Fransa’da Louvre Müzesi’nde Osmanlı koku arşivi mevcuttur) ve II. Selim kokusu, Abdülhamit kokusu gibi her dönemin bir kokusu olduğu da biliniyor. Diğer yandan parfüm şişelerinden oluşan bir koleksiyon hekimbaşı odasında mevcuttur. Saltanatları döneminde İstanbul’da moda olan buhurların benzerleri o dönemde Avrupa’da da yaygın olarak kullanılırdı. Birçok yabancı kaynakta sözü edilen “Pastilles du Serail’ bildiğimiz “Saray Pastilleri”dir. 19. yüzyıl Fransa’sında rağbet gören yayınlar arasında, Osmanlı buhur ve pastillerinin reçetelerini içeren kitapçıklar vardır. Pretextat Lecomte 1902’de yazdığı anılarında, Avrupa’da Osmanlı buhur pastillerinin taklitlerinin ticaretinin önemli boyutta olduğunu anlatmıştır. Alkollü ıtriyatın ortaya çıkmasıyla bunlar değişmiştir. Sultan Abdülaziz devrinin sonlarına doğru Avrupa’dan gelen parfümler ileri gelen ailelerce kullanılmaya başlandı. En fazla tutulan parfümlerden biri Lübin Suyu’dur. “Eau de Lubin” adıyla satılan ürün, kırmızı renkte, lavanta ve karanfil karışımı kokulu, temizlik hissi veren ve iç açıcı bir losyondu. Zaman içinde bazı markalar hızla moda haline gelmiş, sonra yerini yeniler almıştır. Ancak gül suyu itibar kaybetmemiştir. Güzel kokunun sanat haline geldiği, Osmanlı’da gelenek olarak konuğun ister yabancı devlet elçisi, ister komşu olsun gülsuyu ve buhur ikramıyla karşılandığını, Mevlid, mukabele, hac karşılaması ve benzeri dini toplantılarda gül suyu dökme âdetinin de devam ettiğini görüyoruz. Yeni yapılan ya da onarılan camiler açılırken gül suyu ile yıkanmaktaydı. Osmanlı mutfağının da parçası olan gül suyu, Güllaç, su muhallebisi, güllabiye ve şerbetlerin tamamlayıcısıydı. Hattatların Kur’an-ı Kerim’i kopyalarken kullandıkları mürekkebin misk ve amberle karıştırıldığı el yazmalarında bugün bile fark ediliyor. Günümüzde de camilerin yakın çevresinde ‘kokucular’ı görmek mümkündür. Bu kişilerin tüpler içinde sunduğu esansların kaynağı olan çiçeklerin yağları hiç değişmemiştir: Yasemin, sümbül, gül, reyhan, ıtır, tefarik, sandal, öd ağacı, ful, kakule, tarçın, karanfil…
Osmanlı Haremi’nden çıkan kokular
Harem kokusu: İpeksi bir kokusu vardır. Yumuşak, etkileyici ancak keskin değildir. Günlük yaşamda en çok kullanılan saray kokusudur. Koku sahibi kendisini temiz, rahat ve huzurlu hisseder. Kokunun hafif olması sebebiyle, kolaylıkla değiştirilebilir.
Hürrem Sultan kokusu: Padişahları bile etkileyen bir kokudur. Saray kokuları içinde en etkileyici olanıdır. Kullanan kişinin teninde uzun süre kalır. Etkileyici ve akılda kalıcı bir etki bırakır. Kişiye tazelik ve rahatlık hissiyatı verir. Keskin ve sıcak bir etkisi olduğu için gün içinde az kullanılması önerilir.
Padişah kokusu: Koku padişahlar için özel üretilmiştir. Birçok padişah kendisi için özel kokular üretmiş olsa da yaygın kullanılan ve sevilen bir kokudur. Kullanan kişiye tazelik, rahatlık hissiyatı verir. Parfümsü bir etki bırakır, günlük hayatta kullanılabilmesi nedeniyle tercih edilir. Etkileyici ve kalıcı özelliği gün boyu kullananın üzerinde kalır.
Cariye kokusu: Lavanta benzeri bir kokudur. En önemli özelliği zihni açar. Büyük rahatlık hissi verir. Stres için çok iyidir, yumuşak beğenilen bir kokudur. Yorgunluğu alır, ferahlatır.
Topkapı Sarayı’ndaki hamamlar
Osmanlı Döneminin en parlak döneminin yaşandığı Topkapı Sarayı Harem Dairesinde 8 adet hamam bulunuyordu. Bunlar alanların yetersizliği nedeniyle hepsi tam teşekküllü olmayan soyunmalık, soğukluk, ılıklık ve sıcaklık (halvet) gibi bölümlerden oluşmuştur.
Hünkâr ve Valide hamamları: Külhanı Valide Taşlığında olup, Mimar Sinan tarafından yapılmış.
Gözdeler hamamı: Üst katta gözdelere ayrılan dairenin içinde ılıklık ve sıcaklık olarak nitelendirilebilen tonozlu iki oda olarak inşa edilmiş.
Cariyeler hamamı: Cariyeler Taşlığında tam teşekküllü olup, fanuslu tepe camları ile hamamın bol ışık alması sağlanmış.
Cariyeler Hastanesi hamamı: Üç bölümlü ve sıcaklıkta üç kurnası bulunan hamam duvarları geç devir fresk kalıntılarla süslenmiş.
III. Murat hamamı: III. Murat sofası üzerindeki hamamın bir kapısı veliaht dairesine açılıyor.
Karaağalar hamamı: Meşkhane’ye inen meyilli dar yolun sağında olup, kubbesi tonozlarla süslenmiştir. 17. yüzyılın özelliklerini de gösteren hamamda mermer büyük gömme havuz ve duvarlarda çini örnekleri ile dikkat çekiyor.
Kızlar Ağası hamamı: Darüssaade Ağalığı Dairesi içinde yer alan hamam, süslü üç bölümü ve İtalyan çinileri ile ilgi çekmektedir. Topkapı Sarayı’nda Valide ve Hünkâr’a ait hamamların kullanımı ile ilgili fazla bir bilgimiz yoktur. Ancak bazı yazarların bu konu ile zaman zaman abartılı bilgiler verdikleri de olur. Buna rağmen, Michel de Gréce’nin “La nuit du Serail” isimli kitabında ise 19. yüzyıldaki Nakşidil Sultanın evliliği ile ilgili bahsedilenler arasında Sultanın hamamda yıkanmasından ve cariyelerin de hamama götürülüp, yıkanmasından şöyle bahsedilir: “Sabah sultan hünkâr hamamında yıkanır, elbiselerini değiştirir, geceyi geçirdiği cariyeden memnun kalmışsa ona para, mücevherat ve elbise gibi hediyeler gönderirdi. Cariye sabahleyin kâhya kadına teslim edilir, o da hünkârın yatak odasına geldiği törene eşit bir törenle götürülürdü. O artık bir gözde oluyordu. Ona bir daire ayrılır, emrine cariyeler verilirdi.” Nakşidil’in sultana takdimi yine Michel de Gréce’nin bu kitabında şöyle anlatılır: “İlk iş olarak Valide Sultan’ın hamamına götürdüler beni, yıkadılar, ovup yağla masaj yaptılar. Sonra sırtımda serbest bırakılmaya karar verilen uzun saçlarımı fırçaladılar. Bohemya kristalinden bir şişe koleksiyonu ile oynayan natır, vücudumun her yanına ayrı koku sürdü. Bundan sonra esvapçıbaşı bana hemen hemen saydam, hafifçe sim işli, beyaz müslin bir gömlek, kırmızı saten bir şalvar, gümüş simli çiçeklerden oluşan şeritlerle süslü bir giysi getirdi. Vartuhi kalçalarımın üzerine mor renkli İran brokarından bir kuşak bağladı son olarak, mücevherlerle ilgili iş sır kâtibine düşüyordu. Çok çekmeceli küçük sandığını getirip, içinden benim için yakut kakmalı altın halkalar arasında sıkışmış burgamlı, çok uzun bir kolye seçti. Kulaklarımın her birine kocaman bir inci takıldı, saçımın üzerine yakut ve elmaslarla burgulanmış, pembe renkli bir tut (mücevher, toka?) tutturdular. Hazırdım, korkudan taş kesilmiştim. Vartuhi bana yapacaklarımı tane tane anlattı. Yarım saat sonra Sultan hazretleri dairelerine çekilecek. O zaman, seni ona götürecekler, … derken kırmızı ipek giysilerinin, samur kürklerinin tüm görkemi içerisinde Kızlarağası göründü. Haremağaları onu izliyordu. Beni almaya geliyorlardı... Koridorların ve avlunun tüm ışıkları kısılmıştı ve Harem, Kızlarağasını izlediğim sırada uykuya hazırlanıyordu. Valide Sultan’ın dairelerini ve sultan hamamının uzun, ışıksız ve boş koridorunu geçtik, yüce kapının önüne gelince Kızlarağası önümde yerlere kadar eğilip, giysimin kol ağzını öptü ve bana yol verdi. Kızlarağası ile uyanışımı gözetlemek için bekleyen haremağaları içeri girdiler. Aceleci ve saygılı davranışlarıyla yeni kürkümü giydirdiler. Böylece ikbal olmuştum. Bir gözde, sıralamada on ikinci kadın. Önce gözde, sonra ikballiğe terfi eden Nakşidil Sultan, Abdülhamid’e Mahmud adında bir çocuk verince dördüncü Kadın Efendiliğe yükselmişti. Bu arada birinci Kadın Efendi Nükhtseza ile ikinci Kadın Efendi Mihrişah Sultanın çocuklarını tahta çıkarmak için aralarındaki mücadeleye şahit olmuş, onların rekabetinden çok şey öğrenmişti” diye bahsetmektedir. Ancak anlatılanların bir kısmı doğru olmayabilir. Buna rağmen tasvir edilen giysiler ve bazı geleneklerin Osmanlılarda yeri vardır. Osmanlı Sarayı’ndaki Harem Dairesi, Harem ve Hamam geleneği gizemini korumaya ve her zaman merak konusu devam ediyor. Bazı bilgilerin de sonradan saray dışında ağalar tarafından anlatılan birkaç bilgi ile sınırlı olduğu düşünülür. Saraydaki hamamlar Osmanlı kültürünün de önemini gösterirler. Saray hareminde saltanatın önemli insanlarının yıkanma kültürü hakkında bildiklerimiz sınırlıdır. Ancak günümüze gelebilen Saray ve Harem koleksiyonundaki eserler, çinili pano, hamam havluluğu, havlular, sabunlar, taraklar, vb. hamam eşyaları, örneğin Pertevniyal Sultan’a ait hamam tasları, aynalar, Esma Sultanın nalınları gibi kişisel eşyaları da Osmanlı hanedanının ihtişamını yansıtacak özelliktedir. Sonuç olarak Osmanlı’da yıkanma kültürü sadece halk arasında değil, saray ve hanedanlıkta da sosyal yaşamın getirdiği bir gelenek olarak yaşamıştır.
KAYNAKÇA
Abdülaziz Bey, Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri (Adet ve Merasim-i Tabirât ve Muamelât-ı Kavmiye-i Osmaniye), 2 Cilt, Arısan, K.-Günay D. A. (yay. haz.), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1995, Cilt I, s. 212. Akgündüz, Ahmet; İslâm Hukukunda Kölelik-Câriyelik Müessesi ve Osmanlı’da Harem, Osav Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 6. Baskı, İstanbul, 2006, s.290-294. Anonim, “Hamam”, Osmanlı’da Yıkanma Geleneği ve Berberlik Zanaatı, İstanbul, 2008, s.137. Aslanapa, Oktay; İslamiyet’ten Önce Türk Sanatı-Hunlar Devrinde Sanat, s. 6 Atasoy, Nurhan- Artan, Tulay; Splendors of the Ottoman Sultan, Presented by Wonders, Memphis,1992, s.186. Celal, Musahipzade,; Eski İstanbul Yaşayışı, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1946, s. 22. Cingöz M., “Hamam Gelenekleri”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 3, İstanbul 1994, s.536-537. Mansel, Philip; Konstantinopolis. Penzer, N. M.; Harem. http://sabunbutik.com/asp/menu_items.asp?ID=72, Sabun ile ilgili madde.
DİPNOTLAR
- 1 Cingöz M., “Hamam Gelenekleri”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 3, İstanbul 1994, s.536-537. 2 Musahipzade Celal, Eski İstanbul Yaşayışı, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1946, s. 22. 3 Ahmet Akgündüz, İslâm Hukukunda Kölelik-Câriyelik Müessesi ve Osmanlı’da Harem, Osav Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 6. Baskı, İstanbul, 2006, s.290-294. 4 (Paris, 1787, 32.2x26.8 cm., Topkapı Sarayı Müzesi Kit., YB.3441, C.III, Resim 167 isimli kitabındaki gravür), “Hamam” Osmanlı’da Yıkanma Geleneği ve Berberlik Zanaatı, İstanbul, 2008, s.137. 5 Çini pano, Osmanlı, XVI. yüzyılın ikinci yarısı, Saray Harem Koleksiyonu, yükseklik: 2.17 cm., çap: 1.22 cm., Env. no: 8/1065.6, Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları, İstanbul, 1981, s.156-157. 6 Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları, İstanbul, 1981, s.156-157. 7 Başbakanlık Arşivi’nden Osman Uslu tarafından tercüme edilmiştir. 8 Çini pano, Osmanlı, XVI. yüzyıl ikinci yarısı, Saray Harem Koleksiyonu, yükseklik: 2.17 cm, cap: 1.22 cm., Env. no. 8/1065, Arseven n.d. pl. 6; Aslanapa n.d. pl. VIII a; Öz 1957, pl. XLVI; Denny 1977, fig. 219; E.Yücel 1978, 2; Sanat 1982, 64-65; İstanbul 1983, E.157; E.Atıl, New York 1988, The Age of Sultan Süleyman the Magnificent. 9 Romalılarda hamamlarda kullanılan mimariyi alttan ısıtma sisteminin bir benzeri daha öncelerde Türk mimarisinde Hun Dönemi’nde de kullanılmıştır. İvalga’nın Selenga nehrine aktığı yerde Ulan Ude’de birçok evde büyük ve etrafı surlarla çevrili bir iskân yeri bulunduğu ve evlerin döşemeleri altında sıcak hava ve duman için ısıtma yollarının varlığı, Hypocauste ısıtma sisteminin Roma’dan ayrı olarak Hunlarda da kullanıldığı anlaşılmaktadır. (M.Ö. IV ve III. yüzyıldan kalma kurganlarda Hunlar bulunmaktadır). Oktay Aslanapa, İslamiyet’ten Önce Türk Sanatı-Hunlar Devrinde Sanat, s. 6 10 a.e., 186.