Doğan Hızlan
Buket Aşçı
Köklü ve zengin bir edebiyatımız olmasına rağmen eleştirmen sayımız pek azdır. Çünkü meşakatli ve bir o kadar da karşılıksız meslektir. Güçlü bir birikim, sözünü esirgemeyen bir mizaç ve edebiyat hafiyeliği gerektirir. Kimi zaman tek bir cümlenin izi sürülür, kimi zamanda bir kitapta geçen sözcük tek tek sayılır. Tüm bu uğraş karşısında ise kitapları, en fazla üç-dört baskı yapar. Üstüne üstlük, diğer yazarlar yazdıkları ile sevilirken, onlar bir "küs" ordusu edinir. Bir yazarı övmüşlerse, ondan büyüğü yoktur ama, yazarın nezdinde!
Çünkü birde bu yazarı sevmeyen yazarlar vardır, bu durumda da "hakem" açıktan taraf tutmuş olur! Şayet tenkit etmişse, cevap zaten hazırdır; "o zaten çağın çok gerisinde kaldı." Ama bütün bunlara rağmen onlar, bir kapıdan adımlarını attıkları anda da tüm sesler kesilir.
Günümüzün en ünlü eleştirmenlerinden biri de Doğan Hızlan`dır. Gözlüklerinin ardından merakla ama bir o kadar da sakin bakan Hızlan, hiç çıkarmadığı ceketi ve papyonları ile tanınır, en çok. Birde keyifli sohbeti, yazıları ve Hürriyet gazetesindeki görevi ile. NTV`de yayımlanan "Karalama Defteri" yle de edebiyattaki gözümüz kulağımızdı. Programı şimdi bitti, başka bir programda devam edeceklerini söylüyor ama neresi olduğunun belli olmadığını da ekliyor. Kendisiyle söyleşiye başlayabilmek için uzun bir süre beklemek durumunda kaldık. Çünkü "çilingir sofrası" deyiminin nereden geldiğini araştırıyordu. Bir çok telefonlar açıldı, kitaplara bakıldı... Masaların, sandelyelerin, koltukların üzerine üst üste yığılmış kitapların arasında sanki bir labirentin çıkış yolunu ararmış gibi dolaştı, ipuçlarını birleştirdi ve sonunda cevabı buldu. Meğer, çeşnigil`den geliyormuş. Bir diğer yorum da mecazi anlamına vurgu yapıyordu: "Ağzın kilidini açan, sohbet ettiren sofra." Yani karşımda tam bir sözcük dedektifi vardı. Bende kelimelerime dikkat ederek, oraya buraya dökmeden sohbete başladım. Konumuz, Türkiye`de kültür-sanatın durumu ve Doğan Hızlan`ın konumuydu.
Efendim, hemen hemen her gün ülkemizde sanatın gittikçe kısırlaştığına yönelik eleştirilerde bulunulur. Hele hele medyanın sanata yer vermediğinden de yakınılır. Sizce durum nedir?
Ben bu kanıda değilim. İstanbul`da klasik müzik, pop, jazz konserleri veriliyor, toplulukların biri gelip diğeri gidiyor. Müzik mağazaları açılıyor. Bunlar Anadolu için de geçerli. Üstelik Erol Akyavaş, Selim Turan ve Burhan Doğançay'ın retrospektif sergileri açıldı.
Ben sanat ortamının kısırlaştığı değil, aksine alanın genişlediğini düşünüyorum. Derviş Zaim söylemişti, kapanan sinemaları tamir eden bir arkadaşı varmış ve bir senelik programı doluymuş. Medyada da sanat yerini buluyor. Bir kitle gazeteleri içinde Hürriyet sanata en geniş yer veren gazete. Ayrıca eklerimizde de yer veriyoruz. Ayrıca Doğan Medya Grubu, diğer gruplarda olmayan bir şeyi yapıyor ve iki sanat dergisi çıkarıyor; Milliyet Sanat ve Hürriyet Gösteri. Bunlar başka grupta yok. Ayrıca Aydın Doğan ödüllerimiz ve Doğan Kitapçılık`ımız da var. Yani sanatı es geçmiyoruz.
Milliyet`in kültür-sanat sayfası da kapandı. Sanat haftasonu eklerinde yer bulacak. Bu noktada Doğan Hızlan`ın sırrı nedir?
Bu sadece bana maal edilmemeli. Çünkü gazete bir pramittir. Burada hemen patronumuz Aydın Doğan`ın adını anmalıyım, o her zaman sanata destek vermiş biridir. Sonra genel yayın yönetmenimiz Ertuğrul Özkök`ü de atlamamak gerek. Akademisyenlikten gelen biri ve kendisi de sanat yazıları yazar. Hürriyet`te ondan önce bir sanat sayfası yoktu. Bu gerçeği açıkça söylemeliyim. Ben ondan önce kısa sanat yazıları yazardım. Bu sayfa onunla birlikte oldu. Tabii editörümüz İhsan Yılmaz`la uyumumuz da çok önemli.
Peki, bir kitle gazetesinde sanat yazılarına ve haberlerine yer verirken nelere dikkat etmeli?
Mümkün olduğunca rutinin dışında haber yapıyoruz. Bunu da heberlere bir derinlik kazandırarak sağlıyoruz. Bir ressamdan bahsediyorsak, o kişinin kim olduğunu da anlatıyoruz. Çünkü ortak paydayı mümkün olduğunca geniş tutmak gerek. Bu yüzden terminolojiden kaçınıyoruz. Çünkü anlaşılır olmalı, tabii bunu konuyu basitleştirmek anlamında söylemiyorum. Yalın kılmak dersek, doğru olur. Tabii tüm bunları yaparken okura bir keyif ve lezzetle sunmak gerek.
Yani kültür-sanat haberi okunmuyor, görüşünü yanlış buluyorsunuz?
Bu çok yanlış bir söz. Çünkü bu şekilde, suçu okurun üzerine atarsınız. Ama birde okutturmak diye bir şey var. Mesela bir sergiyle ilgili olarak, akedemik sözler sarfetmek değildir. O sergiye gidildiğinde ne hissedilecektir, okura ne kazandıracaktır, bunları anlatabilmektedir. Yani o yazıyı, haberi alıp yaşamın içine sokabilmelisiniz. Albert Camus, "Anlatamıyorum demek, anlamadım demektir" der. Zaten iyi anladığınız iyi anlatırsınız. Tabii birde gazete yazısı kelimelerden tasarruf etmeyi gerektirir. Çünkü yer bellidir. Bu açıdan bakarsak gazete yazısı yazmak, şiir yazmak gibidir. Şiir nasıl ayıklama sanatı ise, gazete yazısı da düz yazının ayıklama sanatıdır.
Kültür-sanat gazeteciliği hem bir birikim, hem de gazetecilik gerektirdiği için çok zor olan bir dal. Yeni elemanlar yetişebiliyor mu?
En zor alanlardan biri ama ben umutluyum, çünkü gazetecilikte uzmanlaşma başladı. Artık her partinin muhabiri var. Bu kültür-sanat içinde olacak. Burada gençlerin birikimleri ile günceli bağdaştırmayı öğrenmeleri gerek.
Bir sabah uyandığınızda tüm kültür-sanat sayfalarının kaldırıldığını görseniz. Ne olur?
Herhalde insanlar, sıkıntı çekerlerdi. Hangi tiyatroya, sergiye gideceğini bilemez, ne okuyacağını kestiremezdi. Sanattan uzaklaşmak insanları renksizleştirirdi de.
Devletin, kültür-sanata ayırdığı ödenek ortada. Kültür Bakanlığı`nın da faaliyetleri çok yetersiz ve donanımsız. Sizin hayalinizdeki Kültür Bakanı kim?
Hiç kimse. Çünkü Kültür Bakanlığı siyasi bir şey. Yatırım yapılabilmesi için bunu, meclisin de, hükümetin de algılaması gerek. Bu da pek mümkün görünmüyor. Ama zaten, ben kurtarıcılara inanmam. Türkiye`de hep bir ikinci Atatürk özlemi vardır. Ama o dönem de şartlar çok başkaydı, yeni bir ülke kuruluyordu. Devlet Opera ve Bale, konservatuarlar bu zamanda kuruldu. Ama şimdi mümkün değil. Tabii, bazı sanatlarıda tek başına bırakmamalısınız. Mesala Devlet Opera ve Bale tek başına yürüyemez. Operasız da bir şey olmayacağından bu işle uğraşmak gerek. Hani, liberal görüşler "Kazansın, kendi ayakları üzerinde dursun" der ya, buna inanmıyorum. Bu tüm dünyada devletin desteğine bağlıdır. Devlet burada özellikle altyapı yatırımlarına önem vermeli.
Bu sıralar, bir diğer tartışma konusu da sanatta, özellikle de edebiyatta, poplaşma eğilimi. Kimileri şiddetle eleştiriyor, kimi de sonsuz bir destek de bulunuyor.
Toplumsal trendler her alanı etkiler. TV, bilgisayar, iletişim gün geçtikçe önem kazanıyor. Bu Batı`da da böyle. Mesala, Batı`da yayıncılar Umberto Eco`nun "Gülün Adı" romanını "Kutsal Kitabımız" diyerek sunmuştu ve bu kitap tüm ülkelerde best-selle oldu. Ben bunda bir yanlış görmüyorum. Çünkü pazarlamaya, marketing`i çok inanıyorum. Bir yazar, yayıncı tabii ki kitabının çok satmasını ister. Bu nokta da kitap metalaşıyor, diye karşı çıkılıyor ama meta olmayan bir şey var mı? İyi kitap iyi meta olur, ayrıca. Eskiden olduğu gibi, okur gelir kitabımı bulur anlayışını yanlış buluyorum. Ama ben burada, medyada öne çıkmayan, ya da best-seller`ın dışında kalmış kitapları, eserleri de duyurmak kanısındayım. Yani onları da es geçmemek gerek.
Medyanın bu kadar öne çıkarmasında, eleştirmen sayımızın azlığı da etkili olmuş olabilir mi? Eleştirmenlik kurumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında gelişmiş bir kurum. Fakat gereği kadar ilgi ve sevgi görmüyor. Çünkü sanatçılar, bir eleştirmeni eserini övmüşse sever, eleştirmişse de "anlayamamış" der. Bunu garipsemiyorum ama eleştirmenlerin de işlevi okurla yazar arasındaki bin kilit olmaktır. Eleştirmen, bir elle alıp diğer eliyle dağıtan kutsal bir iş yapar. Tabii bir de, eleştirmenin bağımsız olması gerek ve bu çok zordur. Üstelik, eserleri bir şairin, yazarın eserleri kadar ilgi görmez. Yani bu işin ne maddi, ne manevi fiyakası vardır. Fethi Naci "nankör meslek" derken bu yüzden doğru söyler. Beğendiğiniz sürece iyisinizdir. Bırakın beğenmeyi, yeni bir eseri görmezlikten geldiğiniz de bile sitem ederler. Ama bu bir aşk işidir, ve bu sizi çok mutlu eder.
Çok önce çıkarılan genç bir yazarın kitabını beğenmediğinizi farz edelim. Bir yanda düşüncelerinizi söylemeyi istemek diğer yanda genç yazarın hevesini kırmamak gibi bir çelişki yaşarmısınız?
Okuduğum bir kitabı çok lezzetsiz bulmuşsam ya da benim edebiyat ölçülerime uymuyorsa, görmezden gelirim. Ya da "beğenmedim ama şu özellikleri var" şeklinde nesnel bir değerlendirmede bulunurum. Okurda böylece "o beğenmemiş ama benim seveceğim bir kitap" diyebilir.
Son dönem Türk edebiyatında en beğendiğiniz yazarlar kimler?
"En sevdiklerim" diye bir listeyi hayatım boyunca hiç yapmadım. Çünkü ayrı lezzetlerin adamları var. Bir yazara da tapamıyorum. Bu okur tavrımdan kaynaklanıyor olsa gerek. Beğendiğim birinin arkasından hemen biri geliyor çünkü.
Günümüz şiirini ve şiir ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz. Eskinin hep birlikte içildiği, şiirler okunduğu günlerini özlüyor musunuz?
Şimdi herkes ayrı yaşıyor, gerçi yine buluşuyor ama eskisi gibi değil. Bu da her kuşağın yaşama biçiminin farklı olmasından kaynaklanıyor. Bir de şiir değişiyor. Eski yalın şiirin okuru daha çoktu. Şiirin yalınlığı artınca, tüm aşkına, sıkıntısına, acısına rağmen okuru da artar. Artık şiirde zor anlaşılan, sofistike bir yapı var ve herkes anlayamıyor. Bu da bir yerde lezzet alanını daraltıyor. Ama derinliği de arttırıyor...
Nazım Hikmet ve Atilla İlhan`ın en çok okunan şairler olmasının sebebi de şiirlerindeki yalınlık mı?
Nazım Hikmet`i ele alırken hayatının şiirine izdüşümünü, hayat hikayesini ve karizmasını da dikkate almak gerekir. Çünkü o Türk şiirinin en özgün kişiliği. Atilla İlhan da öyle. Taa, edebiyat matinelerinden gelen bir taraftarı vardır. Bugün de her kesimden insan severek okur onu.
Doğan Hızlan`ın odasının her yanı kitap dolu. Biraz savruk yürüyorsanız eğer, ayağınıza muhakkak bir kitap takılır. İster istemez günde kaç saat okuduğunu merak ediyorum. "Vallahi saat veremem" diyor, "gazeteye gelir yazımı yazar, müzik dinler, kitap okurum. Hayatım böyle bir üçgen içinde geçer. Yaptığım başka da bir iş yok."
Gittiğiniz her yere kitaplarınızı da götürürmüsünüz?
Çok yere gitmem. Önemli yurtdışı seyahatleri dışında dahili ve harici seyahatlere çıkmam. Evimde hemen hemen böyle. Ama tüm bu dağınıklık içinde aradığım herşeyi bulurum. Çünkü çok güçlü bir görsel hafızam var. Ama işitsel hafızam çok kötü. Biri birşey anlatırsa, onu dinlemeyebilir ya da anlamayabilirim. Ama küçük bir pusula verildiği an hatırlarım.
Tek bir kitap mı okursunuz, yoksa birden fazla mı?
Bir kitap okurum ama yazım ve incelemelerim dolayısıyla bir çok kitaba baktığım da olur. Bazen çok keyif aldığım bir kitabı bırakıp gündeme oturan bir kitaba başlamak zorunda kalabiliyorum. Ama şikayetçi değilim, "Buna da bir bakayım, bu kadar kişi neden okuyormuş" diye merak ederim.