Azade Köker
“Dikenli Teller, Bu Çağın Simgesidir!”
İSTANBUL VE BERLİN… SON YILLARDA BİRAZ DA BODRUM… AZADE KÖKER’İN YAŞAMINA, SANATINA VE HAYATA KARŞI DURUŞUNA ETKİ EDEN BU İKİ KENTE DAİR SÖYLEYECEĞİ ÇOK FAZLA ŞEY VAR. ONDAN ÖNCE BİZE EMPOZE EDİLEN HAYALLERLE, ÇEVREYLE, DOĞA KATLİAMIYLA, GÖÇÜN TANIK OLDUĞU ACILARIYLA, TOPLUMLA, SANATLA VE SANATÇI OLMANIN ANLAMIYLA İLGİLİ ANLATACAKLARI VAR…
RÖPORTAJ: ZEKİYE YARAŞ MERİÇ
Azade Köker, 1949 doğumlu… İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki eğitimini tamamlamasının ardından 1973 yılında Berlin’e giden sanatçı, Batı Berlin’deki eğitimini Berlin Güzel Sanatlar Akademisi, Lothar Fischer’in heykel sınıfında tamamladı. 1995-2003 yılları arasında Halle’deki Burg Giebichenstein Güzel Sanatlar ve Tasarım Üniversitesi’nde, 2003-2014 yılları arasında ise Braunschweig Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak bulundu ve Institute for Architecture-related Art bölümünün yürütücülüğünü gerçekleştirdi.
Sanatçının göç temalı çalışmaları, biraz da yaşadığı bu göçmen yaşamın izlerini barındırıyor. Göçün, tercihler sonucu olmaktan çıkıp savaşların dayatması haline geldiği bu dünyayı sorguluyor. Çalışmalarında, yabancı olduğu, bir yabancı olarak içinde bulunduğu Alman toplumuna rağmen bir sanatçı olarak yaptığı ve gerçekte başarması çok güç olan o kariyerin ve ortaya çıkardığı eserlerin izlerini de görmek mümkün. Aldığı sayısız ödül de bunun göstergesi…
Azade Köker, doğanın ve kentlerin, biri olmadan diğeri var olamayacak yapısını, savaş ve göçle son şeklini alan sosyo-politik gelişmelerle de ilişkilendiriyor. Çalışmalarında kentler, çok kültürlülük ve yıkımdan geriye kalanlarla sınırlar, dikenli teller, güç yapıları da kendine yer buluyor. Zilberman Gallery’ Berlin’deki Verblendet (Kör Edilen) başlıklı kişisel sergisiyle yeni yapıtlarını bir araya getiren sanatçı, kâğıt kolajlarında ve kâğıttan heykellerinde de kenti etkileyen sessiz kaosu gözle görünür hale getiriyor.
Azade Köker’in bugün de British Museum ve İstanbul Modern gibi köklü ve prestijli kurumlarda yer alan işleri halen ilgiyle karşılanıyor.
Öncelikle son serginiz “Verblendet” ile ilgili birkaç soru soralım. Bu konuda epey bir kaynak taradık ama sizden dinlemek tercihimiz... Serginin teması nedir ve böyle bir temaya yönelme, bu temayı seçme sebebiniz nedir?
Zilberman Gallery Berlin’de açtığım son serginin başlığı Verblendet hayatımızı kontrol altında tutan; bedenlerimizi, zevklerimizi ve düşüncelerimizi algoritmik sistemler içinde kategorize eden küresel bir manipülasyon sistemi tarafından körleştirilme durumunu sorgulamaya çalışıyor.
Hayali bir dünya içinde yaşıyoruz ve bu hayaller bile çeşitli medya ruhu ile empoze ediliyor.
Artık öznenin özerkliğinden söz etmek çok zor. Hayali bir gerçeklik içindeyiz. Binlerce hayali enformasyon duyularımızı zorluyor. Eskiden yakınlaştıran, uzlaştıran şeylerin yerini bugün uzaklaştıran, dışlayan ve bölen almakta. Artık “hayır” deme imkânımız yok. Biz hep her şeye inanıyoruz. Çünkü korkular içinde yaşıyoruz. Korku, arkaik bir duygudur. Her çağda vardı. Ama ilk defa içinde yaşadığımız çağda korkunun kaynağını ve nedenini bilemiyoruz. Bu özneyi çok yıpratan bir meseledir. Bir bilinmezlikler dünyası içindeyiz. Terör, nedeni karışık savaşlar, virüs ve bilinmeyen yeni yeni hastalıklar çemberi içinde yaşıyoruz. Gerçeklik kaybolmuş durumda. Aydınlanmayla tanrının yerini almaya çalışan bilim karışık ve çapraz söylemlerle özneyi kendi çaresizliğiyle yalnız bıraktı. Özünü kaybetmiş bireyler olarak her yeni söyleme inanıyoruz. Mesela sağlığımızla ilgili birçok farklı ifadeyle karşılaşıyoruz. Sosyal, siyasi ve kültürel konularda da durum aynıdır.
Bu durumda gerçeği hayaller dünyasından kurtarmak yorucu bir araştırma içine girmekle oluyor. Sanat belki bu konuda en dolaysız en çıplak duruşuyla öznenin özerklik arayışı içinde deneyimlerinden yola çıkarak akıl ve sezgiyle çevresiyle iletişime geçmeye çalıştığı önemli bir alan. Belki de bu özelliği ile tek gerçek alan.
Basından takip ettiğimiz kadarıyla sergide yer alan yerleştirmelerle doğanın yok oluşuna karşı bir direnişe de yer verdiniz. Buna gerçekten direnebiliyor muyuz? Yoksa hepimiz bir şekilde “kentli” olduktan sonra, belki bir sonraki nesille birlikte direnmeye başlıyoruz da iş işten geçmiş mi oluyor?
2011 de açtığım Üçüncü Doğa isimli sergi tamamen bu konuyu ele alıyordu. İnsanın doğasıyla yüzleşmesi, yani doğanın geleceği hakkında tartışmaya katılımını ifade ediyordu. Böyle bir “reflexion” içinde ölüm ve yaşamı yan yana göstermek kaçınılmazdı. Milas Orman Yangını, Dikenli Bulutlar, Sessizlikte Patlama gibi çalışmalar bunlardan bir kaçı... Çevresel katliam kentleşme, doğanın endüstri atıklarıyla yutulması konuları çok ciddi küresel sorunlardır. Çöp doğanın bir uzantısı değildir! “Doğa” ve “Kültür” ikilemi üzerinde düşünecek olursak, çöp kültürün ürettiği “şey”lerin artık işe yaramaması durumudur. Böylece doğanın kaderi insanın ürettiği “şey”lere bağlıdır sonucu çıkıyor. Özne bu durumda da çaresiz ve kaygısız olarak üretmeye devam edecektir.
Sergi hazırlıkları sırasında Japonya’da yaşanan ve binlerce insanın hayatını kaybettiği dokuz şiddetinde deprem, tsunami ve nükleer tesis patlama felaketinin olduğu günlerdeydik. Radyasyonlu elmaların yenmeyip yok edildiği haberleri geliyordu. Binlerce insan hayatını kaybetmişti. Günah Elma çalışması bu felaket günlerinde çıktı.
Siz İstanbul ve Berlin hattı üzerinde, deyim yerindeyse, seyrüsefer eyliyorsunuz. Bu iki kentin sizin için ayrı ayrı bir anlamı ve ayrıcalığı olduğu ortada. Neden ve ne için İstanbul? Yine aynı şekilde neden ve ne için Berlin? Bu iki kentin sizin gözünüzde birbirini kucakladığı ve birbiriyle taban tabana zıt özellikleri neler?
Şu sıralar iki kent arasında gidip geliyorum. Buna Bodrum da eklendi.
İstanbul benim, annemin ve ananemin doğduğu kent. Akademi yılları biter bitmez bu kentten ayrıldım. Amacım sadece akademik öğrenime devam etmekti. Ama Berlin’i sevdim, 80’lerin sonuna kadar iki ideolojik dünya arasında hapsolmuş ama bütün dünyanın gözü üstünde olan bu kent bir ada konumundaydı ve doğu - batı Berlin olarak ikiye bölünmüştü. Batı Berlin’de o yıllarda hâlâ savaş sonrası binaları, yani hem eskiyi hem en yeniyi bir arada görebilirdiniz. Doğu Almanya’nın içinde ama kapalı bir kent idi. Mesela o zamanlar en aktüel gençlik hareketi olan Punk Londra’dan sonra Berlin’de yaşamın bir parçası halini almışken, Doğu Berlin’de Punk, kriminal ve politik bir eylem olarak cezalandırılıyordu ve yeraltı etkinliklerinin bir parçası olarak orada da tatbik ediliyordu.
Batı Berlin’e dair 70’lerin sonunu ve 80’leri yaşayan bir sanatçı olarak anlatacak çok şey var. Hem eşimden dolayı bilimsel çevrelerin, hem de sanatsal çevrelerin içinde birçok konuda önceleri gözleyen ve öğrenen, daha sonraları da aranan bir sanatçı olarak aktif rol aldım. Sergiler, yarışmalar vs.
Tabii bir göçmenlik durumu vardı. Türkiye’de çok olaylar oluyordu. Biz bunları uzaktan izliyorduk. Eşimin doktora konusu Türkiye ve Az Gelişmişlik Sürecinde Çarpık Gelişmenin Strüktürel Yapısı idi. O sıralar atölyem Berlin’in birçok önemli bilimcilerinin toplantı yeri olmuştu. Bu çok yönlü ve bir sanat öğrencisi için en cazip yaşam idi ve ben tabii böylelikle Berlin’i anladım ve sevdim.
Bir sanatçı için kentler, oralarda sanatsal ilişkiye başlayınca anlam kazanır. 80’lerin sonunda 2. İstanbul Bienaline katıldıktan sonra İstanbul ile düşünsel bir ilişkiye girdim ve bu 2000’lerde gelişti. Bu alanda Galeri Nev, Galeri Apel ve 2009’dan sonra Galeri Zilberman’ın rolü büyüktür. Bu kent bugün 15 milyon nüfusuyla bir “metropol” özelliği taşıyor. Kent, Gezi olayını yaratmış kentlilisiyle övünebilir! Tanzimat’la beraber Fransa etkisi ve bunun getirdiği düşünsel özgürlük, kardeşlik, eşitlik yani aydınlanma ve batılılaşma ile Anadolu kültür ve alışkanlıklarının birbirine kilitlendiği ilginç bir şehir.
Berlin, toplumsal anlamda, pek çok açıdan simge bir kent… Siz, belki Berlin Duvarı inşa edilirken orada değildiniz ama o duvarın nelere mal olduğuna tanık oldunuz. Ne Donald Trump’ın “gelmesinler” diye inşa etmekten söz ettiği duvara benziyordu ne de canını hiçe sayıp batıya geçmek isteyen, bugün şişme botlarla Akdeniz’e açılıp can veren mültecilerin yaşadıklarına benziyordu. Bundan 30 yıl önce dünyanın acıları, sıkıntıları, duvarları, sosyo-politik açmazları, yıkımları, göç sebepleri, bugünle kıyaslandığında daha mı naifti? O yılların sorunlarının sanat odaklı eleştirisi daha mı kolaydı sizce?
Göç, hiçbir zaman naif olarak değerlendirilemez! O yıllarda ailelerini Türkiye’de bırakmak zorunda kalmış binlerce Türkiye’li Almanya’da çok yönlü, türlü zorluklar yaşadı. Bunu yaşayan izleyen bir kişi olarak bu acıyı tanıdım. O zamanki çalışmalarımın bütününü bu konu alıyordu.
Alman işverenleri çok düşük ücretle (mesela Telefunken, AEG, Siemens gibi) Türkiye’den bir yıllığına, saati 3-4 Alman Markı’na, ücretli sözleşmelerle işçi getirdiler. Bu işçiler Türkiye’deki ailelerine para göndermek zorunluluğu ile yaşadılar. Bugün THY tekerlekli sandalye ile yolcu taşıyor. Bu mu naif? Bu işçilerin çoğu mide hastası veya sakat olarak hayatlarına devam ediyorlar. Çoğu hayatını kaybetti.
Bugün de çalışmalarımın bir bölümü savaştan kaçan ve alıcısı olmayan sınırların kapılarında bekleyen insanlar oluşturur. Dikenli teller bu çağın bir simgesidir bence.
Biz, Türkiye olarak, batılılaşmayı görev bilen, bir anlamda bunu ülkü edinen ama sanat söz konusu olduğunda batılılaşma adına yanlış yönlendirilmiş bir toplumuz. Sizce kendimizden (örneğin Anadolu kültüründen, folklorik birikiminden hatta İslami estetikten) soyutlanarak mı sanatta batılılaşmaya çalışıyoruz? Bu bize bir şeylere mâl oluyor mu?
Sanat söz konusu olunca “biz” ve “siz” değil, “ben”, “sen” veya “o” vardır.
Sanat kültürün aksine bireyseldir. Kültürle onu karıştırmak yanlış bir düşüncedir. Gel git akıntıları suyu her zaman biraz bulanıklaştırır.
Sanatta söz konusu olan imge biricik ve onu dünyaya atan özne de tekdir. Başarı veya başarısızlık da tektir. Sorumluluğu yalnız o taşır. Çıkan sonucun özür dilemesi olamaz. Dünyaya atılan bir ses, bir renk, bir kelime geri dönüşü olmayan ve sanki denize atılmış bir taş gibi dalgalanarak bir yerlere ulaşır veya ulaşamaz.
Bir kaç kişi birleşip projeler üretebilir. Kent konulu projelerde birçok grup içinde çalıştım. Bu çok verimli düşünsel bir alışveriş olabilir. Ama sanat topyekûn sadece ve sadece bir kişinin imzasıdır.
Bu bireyin yaşam biçimiyle şekillenir. Hiçbir kültürün diktası altına giremez. Sanat temsili değil bir reflexion meselesidir. Sanatta güzellik, etik, kültür, folklor, ahlak, didaktik gibi kavramlar yerine düşünsel ve reflexion içeren sorunsallıklar aranır. Sanat sorunsallık ile varlık ve zamanı irdeleyerek ve bir eser yaratarak diğer disiplinlerden ayrılmaya başlar. Mesela sanat teorisi, tasarım, dekorasyon, el sanatları gibi kendi içinde çok değerli olabilecek disiplinlerdir bunlar. Ama sanat yarattığı veya yaratamadığı problematik ile bu etkinliklerden uzaklaşır, dünyaya attığı bir yapılış ile hiç sorulmayan hatta bazen sevilmeyen derinlikler arar.
Almanya’da kadınların yüz yıl önce, 1919’da seçme ve seçilme hakkını elde etmeleri, geçtiğimiz ay 19 kadın sanatçının katılımı ile parlamento binasında, Bundestag’da bir sergiyle kutlandı. Biz bu kutlamaları Türk ve Alman basınından izledik. Siz, seçilen 19 kadın sanatçının içindeydiniz. Almanya’da, biyografinizde, 1970’lerden yani master öğrencisi olmanızdan bu yana dikkati çeken husus, müzelerde açtığınız her serginizin, kazanılmış bir proje sonucunda gerçekleşmiş olmasıydı. Çok sayıda önemli ödülleriniz de var. Alman toplumunda yabancı olmak, hele bir sanatçı olarak başarmak, akademik kariyer yapmak çok zor! Siz 45 yıla yakın süredir Berlin’de kalarak bunu nasıl başardınız?
Ara sıra beklenmeyen, tatsız birçok zorluğa rağmen katıldığım sergiler ve öğrenciler için gerçekleştirdiğim tüm projeler başarıyla sonuçlandı. Bir sergimizin açılış yemeğinde, İsviçre kökenli bir öğrenci, bana bu gücü nerden aldığımı sordu. Çok şaşırdım... Onun mesafesizliği değildi beni şaşırtan. Cevap vermekte zorlandım, yanıtını bilmiyordum. Bugün de bilmiyorum! Sadece belki de çocukluğumdan gelen özgür bir yapıya sahip oluşum olabilir. Kimsenin düşünsel ve duygusal yörüngesine girmeyişim, öğrenmeye ve sorumluluk yüklenmeye hazır oluşum ve tabii çalışmak, çalışmak, çalışmak… Sanatsal zekâ ve duyarlılık da var tabii.
Kullandığınız malzemeden değindiğiniz temalara, anlatmak istediklerinizden içinde bulunduğunuz topluma kadar herhangi bir alanda, kendinizi ortada, ikilemde ya da a’rafta hissettiğiniz oluyor mu?
Rahatlıkla sanat yapıldığını kim söylemiş? Sanat yapmak harika ama sanatın resepsiyonunda bazen ayağı yerden kesen bir durum (bazen coşku, bazen bitkinlik), kırılganlık, yaralanma söz konusudur. Yalnız genç sanatçılarda değil, üreten her yaşta sanatçının alıştığı veya alışamayıp hastalandığı durumlar bunlar. Oklara göğüs geremeyen kişiler meslek olarak sanatı seçmesinler. Sorunuza gelince; ikilemde evet ama kendimi hiçbir zaman a’rafta hissetmedim. Ben tam sanatçı kişiliğine sahip bir kişiyim. Her zaman olumsuzluklardan enerji yaratırım.
Sanat kavramını Türkiye’de herkes kullanıyor. Ara kavram diye bir şey yok. Herkes sanatçı! Geçenlerde bir yazı okudum; “Artık sanayiciliği bıraktım, sanata başladım” diyor. Hobi olarak doktorluk olur mu? Avukatlık? Ama sanatçı olunuyor!
Siz estetik bir yaklaşımla bugünün sorunlarına farklı bakış açıları sunmaya çalışıyorsunuz. Bunu başarabildiniz mi? Ne gibi engellerle karşılaştınız? Hepsi bir yana anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz?
Farklılık amaçlanarak farklılık elde edilemez diye düşünüyorum. Farklı olmak için değil, kendim olmak için çalışarak farklılık yaratabilirsem mutlu olurum ki bunu genel olarak elde ettiğimi sanıyorum. Sanat bireysel bir mesele ama sanat resepsiyona açıldığı zaman birlikte çalıştığımız kişilerin de profesyonelliği çok önemli; galerist, koleksiyoner, sanat teoritikeri (Küratör), sergi yapımcıları, fotoğrafçı, grafikçi, sanat nakliyesi, hatta galeriyi bekleyen şahıslar bile işlerini bireysellik ve duygusallığa girmeden çok iyi yapmalılar. Sanat dünyaya atıldıktan sonra onu iyi sunan kişiler de çok saygı değerdir ve onlarsız olamayız. Kişi olarak veya sanatımla anlaşıldığımı zannetmem veya zannetmemem önemli değil. Zira en can alıcı nokta, kendimi yaptığım işle bütünleşmiş buluyor muyum yoksa yabancılık içinde miyim sorunsallığıdır. Çalışma içindeyken kendimize ulaşma çabası bu işin motorudur. Diğer noktalar, bu işe geniş anlamda ve tarihi değerlendirmeyle bakacak olursak, fasa fisodur. Sanatçının seneler sonra biyografisine kimler girebiliyor sorusu da ilginç tabii.
Sanata dair mevcut kalıplar bir yana beslendiğiniz, köklendiğiniz kültürler sizi muhalif, protest hatta provokatif yapıyor mu sizce? Ya da ne yapıyor?
Beni sinirlendiren toplum içinde muhalif olduğum konu, erkek hâkimiyetinin ve vahşetinin hâlâ bitmeyişi, aksine giderek artmasıdır. Bu mesele Ortadoğu ve maalesef Türkiye’de can alıcı noktadadır. Berlin’deki Zilberman Gallery’deki son sergim savaşı ve bunu kayıtsızlığa varan boyutlarda seyreden oturma odaları sahnelerini konu aldı.
Topluma şu ya da bu, bir şeyler vermeye çalıştığınızı, bir şeyleri göstermeye, anlatmaya çalıştığınızı gözlemliyoruz. Toplum size ne verdi diye sorsak…
“Toplumdan” ne anlıyoruz?” Geniş anlamda dünyanın her yerinde toplumun verdiği vergilerle finanse edilen sanat akademileri, müzeler var. Bu gerçeği görmezden gelemeyiz. Ayrıca; özel finans kaynaklarıyla ayakta durmaya çalışan sanat galerileri, bienaller, sanatı alan kollektörler, sanat yazarları olmasaydı sanatın ve sanatın gösterildiği halkın beslenmesi zor olurdu.
Toplum mesela, Berlin’de her zaman tutucudur. Sanata ve sanatçıya karşı olumsuz tutumunu kırmak bazen zordur. Ama bu tutucu kişiler, verdikleri verginin büyük bir kısmının milyonluk sergilere harcandığını da bilecek bilinçteler.
Türkiye’de sanatçıya toplum ne veriyor? Bir duygu dünyası veriyor. Acılarını, çaresizliklerini, bazen sıcak bir gülüşle karşılanmanın yarattığı güzel duyguları veriyor. Kimse zannetmesin ki başka ülkelerde her şey güllük gülistanlıktır. Gerçek yaşam başladığı zaman oralarda gerçek yalnızlık da arkadan gelir. Sanatçı yalnızlığı sever; ama derin yalnızlıkla karşılaştığı zaman buna rağmen üretebiliyorsa tamamdır, yoksa yok olur gider.
Erken bir soru belki ama “Verblendet” sergisini neler takip edecek, aklınızda bir yol haritası var mı?
Birçok düşünce var. Ama şimdilik bunları, açıklığa kavuşuncaya kadar kendimle paylaşıyorum. Sanatçının kendisiyle diyaloğa, bazen sessizliğe ihtiyacı vardır. •